• Tel: 0312 435 08 65
  • Email:info@cevik.av.tr

Medeni Hukuk

Devletin bireyle ve kendi organları arasındaki ilişkiler kamu hukukunun düzenleme alanıdır.Özel hukukun, belki de bütün dallarının en önemlisi “medenî hukuk”tur. Bu hukuk günlük ilişkilerimizin çok büyük bir kesimini düzenler. Bu hukuk yaşama işlerlik kazandırır.
 

Kişinin sağ olarak doğması koşulu ile ana rahmine düşmesinden, ölümünden sonrasına kadar hemen hemen bütün özel ilişkileri bu hukukun konusudur:Kişilik haklarının kazanılması ve kullanılmalarının sınırlandırılmaları, nişanlama, evlenme, evlilik birliğinin (ailenin) sürme ve sona erme koşulları mirasın paylaştırılması;karşılıklı karşılıksız yüküm doğuran her türlü ilişkiler, bağıtlar (sözleşmeler), mallar ile kişi arasındaki ilişkiler medeni hukukun konularıdır. Belki de gerek kapsadığı alanlar, gerek üzerinde kurulduğu mantıksal yapı bakımından medenî hukuk bütün hukuk sisteminin temeli, can damarı sayılabilir.
 

İşte böylesine büyük bir önemi olan medeni hukuk Osmanlı Devleti’nde sistemli ve bütün yurttaşlara eşit olarak uygulanacak biçimde düzenlenmedi.Zira Osmanlı medeni hukukunun kişilik, aile ve miras hükümleri sadece Müslüman yurttaşlara uygulanabilirdi. Bu konular da doğrudan doğruya İslâniın ilk kaynaklarınca hükme bağlanmışlardı.Bu nedenle değiştirilemez nitelikte idiler.
 

Medenî hukukun diğer bölümleri ise sayısız içtihatla karma karışık bir tarzda düzenmişti. İlk üç bölüm içinde de açık olmayan hükümleri aydınlatan biribiriyle ters pek çok içtihat da vardı. Bazı konulara ise içtihat yapılmasının serbest olduğu hicri üçüncü yüzyıldan sonra hiç değinilmemişti. Zira bunlar modern ekonomik ve toplum yaşamının gereksinmelerinden çıktığı için düzenlenme biçimlerine dair hiçbir bilgi yoktu.
 

Batıdaki uluslar aydınlanma dönemiyle birlikte medenî hukuklarını özenle oluşturmuşlar ve bu hukukun kurallarını belirleyip belli hükümlerle ve sistemli olarak ifade etmeye çoktan girişmişlerdi. Böylece biribiri ardından büyük medenî yasalar (medenî kanunlar) yapılmaya başlandı. Özellikle 19.yüzyıl başlarında yürürlüğe giren Fransız ve Avusturya medenî yasaları pek çok ulusa örnek oldu. Daha sonra, 20. yüzyıl başında Almanya’da, aynı yüzyılın ilk çeyreğinde de İsviçre’de birer büyük hukuk anıtı olan medenî yasalar yapıldı. Bu yasalar da pek çok ülkeye örnek oldu.
 

Osmanlı Devleti’nde Tanzimat dönemi ile başlayan olumlu kıpırdanmada bazı hukuk alanı boşluklarının Batı’dan alınan yasalarla doldurulduğunu biliyorsunuz. Medenî hukuk alanında ise bu yapılamadı. Zira “yaşamın ilişkilerini” dinden uzaklaşan kurallarla düzenlemek İslâm Devleti’nin yapısıyla bağdaşamıyordu. Bundan dolayı başka bir yol denendi: Yukarıda söylediğimiz dağınıklığa son verilecek, bu alandaki onbinlerce içtihat gözden geçirilecek ve bir seçme yapılıp sistemi bakımından modern görünüşlü bir İslâm Medenî Yasası’hazırlacaktı. Bu iyi ve yerinde bir düşünce gibi görülüyordu.
 

Ünlü fıkıh bilginlerinden oluşan bir komisyon 19. yüzyılın ikinci yarısında böyle bir yasa hazırladı. “Mecelle” adı verilen ve kendi alanında İslâm dünyasının en büyük hukuk yapıtı sayılan bu yasa ne yazıktır ki tam değildi. Herşeyden önce eksikti:Kişilik, aile ve miras bölümlerini içermiyordu. Bu bölümler ise bir medenî yasanın dayanağı olan temel hükümleri kapsarlar. Eşya-kişi ilişkilerine de çok az yer verilmişti. Daha çok borç ilişkileri düzenlenmişti. En önemlisi “içtihat diğer bir içtihadı kaldıramaz=(İçtihatla içtihat nakzedilemez)” kuralı gereğince sadece Hanefî hukukunun kurallarına göre düzenlenmişti.
 

Böylece devletin örneğin “Şafiî”bir yurttaşı Mecelledeki hükümlerin kendisine uygulanmamasını isteyebilirdi. Gene, Hanefî içtihatları arasında da aynı konuyu düzenleyen biribirîne aykırı ama geçerli içtihatlar özellikle kişilik, aile ve miras alanlarında çok fazla olduğundan, Mecelle’yi hazırlayan komisyon üyeleri o alanlarda hanefî hükümlerini bile toplayamamışlardır…Böylece Mecelle, büyük bir yapıt olmakla birlikte pek çok bakımdan yetersiz, eksik ve bütün Müslümanlara dahi seslenemeyen bir Medenî Yasa idi.
 

Atatürk, medeni hukuk alanındaki bu eksikliği çok iyi sezmişti. Eksiksiz ve modern bir medenî kanun yapılmalı ve hukuk inkılâbı bu yasa üzerinde yükselmeliydi. Mecelle’yi tamamlayıp düzeltmek, yukarıda saydığımız nedenlerle mümkün değildi. Yeni bir medenî yasanın hazırlanması ise en aşağı on yıllık bir çalışmayı gerektiriyordu. Bu nedenle pek çok ulusa örnek olmuş Batı medenî kanunlarından birini aynen almak en elverişli yoldu. Bunun için önemli örnekler vardır: Japonların ilk önce Fransız, daha sonra da Alman medeni kanunlarını almakta duraklamamaları gibi.
 

Bizim hukukçularımız ise İsviçre Medenî Kanunu üzerinde durdular. Çünkü bu yasa Batı’da en son olarak yapılmıştı. Son derece lâik ve akılcı bir görüşle hazırlanmıştı.(Bugün bazı meslekdaşlar İsviçre Medenî Yasasının “rahiplerce” hazırlandığını ileri sürmektedirler. Üzerlerinde bilim adamı kimliği taşıyan bu meslekdaşlar ya bu konuda son derece bilgisizdirler, o zaman kendilerine hukukçu dememek gerektir. Veya gerçekleri saptırmaktadırlar. Bu da bir bilim adamına yakışmayacak en ağır davranıştır.
 

İsviçre Medenî Kanunu, daha Hristiyanlıktan önce doğan, bu dinle hiçbir ilişkisi olmayan büyük Roma hukukçularına tamamen akla dayanan düşüncelerinden ve gene Hristiyanlıktan çok önce doğmuş Germen hukukunun toplumsal anlayışından kaynaklanmış, modern görüşlerle birleştirilmiş son derece büyük bir yapıttır. Bu yapıtı büyük bir bilim adamı olan Eugen Huber (1849-1923) lâik bir düşünce ile ve tek başına yıllarca süren büyük bir uğraş sonucu hazırlamıştır. İsviçre Medenî Kanunu’nun hazırlanmasında Huber’e hiçbir din adamı yardım dahi etmemiştir.
 

Kaldı ki, bütün medenî hukuk bilginlerinin oybirliği ile belirttiği gibi, bu yasa kişi özgürlüğüne en büyük yeri veren ve dinle hiçbir ilgisi olmayan en büyük medenî kanundur. Bu yasanın 266. Maddesi, çocuğun dinsel eğitim hakkını ana-babaya vermekte ve reşit olanın dinini seçmekte özgür olduğunu açıka belirtlmektedir. Lâiklik bundan iyi bir biçimde ifade edilemez.) Pek çok soruna son derece pratik çözüm yolları getirmişti. Bazı önemli sorunları tam olarak kasden çözmemiş, bu işi yargıcın takdirine bırakmıştı.
 

Böylece yasa uzun bir süre değişen yaşam koşullarına uydurulabil-me özelliğine sahipti. Yargıca tanıdığı yetkiler açısından bir benzetme yapmak gerekirse, bizim kadılarımızın çok kesin islâmi hükümler dışında hareket serbestliğini, İsviçre Medenî Kanunu yargıçlara tanımıştı. İşte gerçekten çok’yerinde bir seçimle bu yasa ile onun ayrılmaz parçası olan Borçlar Kanunu 4 Nisan ve 8 Mayıs 1926 tarihlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildiler. Böylece yeni Türk Medenî Hukuk da doğmuş oldu.
 

Bu yasa ile daha sonra gelecek diğer yasaları uygulayabilmek üzere inkılâpçı bir anlayışla yetişecek hukukçulara gereksinim vardı. Bu amaçla daha 1925 yılında Ankara’da bir Hukuk Yüksek Okulu açıldı. Atatürk en ünlü söylevlerinden birini bu Yüksek Okulu açarken vermiştir (5 Kasım 1925). Hukuk devrimimin büyük önemini bilimsel bir açıklıkla belirten bu söylevle açılan Yüksek Okul, Cumhuriyetimizin ilk yüksek öğretim kurumu olması açısından da ayrı bir önem taşır.